Tam Otomasyon, İnsansızlaştırma?

Cem Yasar
18 min readFeb 12, 2025

--

İnsanlığın şu anki genel işleyişinde, sürekli bir çekişme, çatışma ve yarış içerisindeyiz. Bu yarışlarda zaman zaman kazanan ya da kaybedenler olarak hayata tutunmaya çalışıyoruz. Ama her şeyden önce şunu irdelemekte fayda var ki kazananların olması için kaybedenlerin olmak zorunda oluşudur, bu bir çeşit enerji korunumu yasası gibidir. Her ne kadar kazanan ya da kaybeden olmak birçok durumda ve farklı amaçlara göre göreli olsa da içerisinde bulunduğumuz temel ekonomik anlayış doğrultusunda ne kadar çok güce, dünya kaynağına sahip olursanız o kadar kazanan, ne kadar çok güçsüzseniz de o kadar kaybeden oluyorsunuz. Aslında şöyle bir durum söz konusu, ne kadar çok kazanıyorsanız, bir koyup on, yirmi, otuz, bin, ne kazanıyorsanız, diğer taraf ve taraflar o kadar kaybetmiş demek oluyor, ya da hayatlarını sizin adınıza tüketmek zorunda kalmış demek oluyorlar. Tabi, herkesin birbirini kandırdığı en güzel söylemlerden birisi, “herkes aynı oyunun içinde, iyi olan kazansın”. İşte bu oyunu, yani nasıl bir insanlık içerisinde yer aldığımızı anlamamızda fayda olduğunu düşünüyorum. En başta, insanlığın genel olarak benimsediği temel anlayışı düşünelim, “sınırsız istekler, sınırlı kaynaklar”. Bu aslında şu demek, insanlık genel olarak çok aç gözlü bir varlıktır, tüm kaynaklarda gözü olan, hükmetmeyi seven bir varlıktır, diğer insanların görece daha refah içerisinde yaşayabilmesinin önüne bile geçecek kadar hırslı bir varlıktır. Tabi şu anda bizler, birçok şeyi o kadar dolaylı olarak yaşıyoruz ki, biz kazandıkça, kaybedenlerin ne kaybettiğinin bile farkına varmıyoruz, tırnaklarımızla kazıdığımız o başarılarımızla öyle büyüleniyoruz ki dünyadaki hangi kaynakların nereden nereye el değiştirdiğini ve kaynaklardan uzaklaşanların hangi şartlara itildiğini umursamıyoruz, daha doğrusu hiçbir şeyin farkında bile değiliz, çünkü bize bunun gibi basit detaylar düşündürülmüyor.

Şirinler köyünü düşünelim, buradaki mühendis şirinin çok aç gözlü, çok hırslı olduğunu hayal edelim. Az çok şirinler köyünün nasıl şekil alacağını, birçok şirinin basit yaşamlarının nasıl bir yıkıma uğrayacağını tahmin etmek zor olmasa gerek. Özellikle kendi başarısına aşık, kendine aşık bir mühendis şirinse. Tabi, bu tekelci bir mantık yürütmeye kapı açıyor. Şunu belirtmek gerek, bu mühendis şirin, diğer şirinler ona onay vermedikçe bu kadar hırsını, aç gözlülüğünü köye kabul ettiremez aslında, değil mi? O zaman şöyle bir durum ortaya çıkıyor, diyelim ki mühendis şirin, villasını yaptırmış olsun, hizmetinde başka şirinleri kullanıyor olsun, bu duruma bu köy nasıl gelmiş olabilir? Diğer şirinlerde de demek ki aşırı hırsa, aç gözlülüğe bazı yatkınlıkların olması gerekiyor. Mühendis şirin de kimi vaatlerde bulunarak köyü etkilemiş olması lazım. Ama en önemli etken diğer şirinlerin aciz duruma düştüklerinde onlardan çok profesyonel şekilde faydalanmak, onların kimi mal varlığını ya da emeklerini ortaya çıkan ihtiyaçlar karşılığında hiç gözlerinin yaşına bakmadan istemekle oluyor. Bu acımasız tekeli nasıl kırabiliriz? Başka bir mühendis şirinin ortaya çıkmasıyla. Ama bu rekabet öyle bir rekabet ki, diğer mühendis şirinin de bol bol düşünmesi, tasarım yapması ve kimi çalışmaları için onun hizmetinde çalışacak, onu bu işlerden uzaklaştıracak emekçiler lazım, diğer aç gözlü, hırslı, acımasız mühendis şirinle rekabet edebilmesi için. Şurada çok açık bir gerçek ortaya çıkıyor, daha çok vicdanıyla hareket edenler daima rekabette geri kalırlar. Tabi diğer insanlar üzerinde sempatik bir sevgi yumağı içerisinde hakikaten aranılan bir insanlık ortamı oluşur vicdanlıların çoğunlukta olduğu yerlerde ama vicdanlı insanlar daha çok paylaşımcı ve verici olduklarından, kaynakları dağıttıklarından, kaynakları olabildiğince sömürenler karşısında her zaman geride kalmaları kaçınılmazdır, sanırım. Birçok durum karşısında çok dolaylı etkileşimler içerisinde olduğumuzdan tüm bunlardan bağımsızmışız gibi bir hayal dünyasında yaşıyoruz aslında. İçerisinde olduğumuz firmalar, firmaların birbirlerini yok etme hırsıyla hareket etmeleri, ya da anlık birliktelikler kurarak diğer büyük firmayı indirme çabaları. Diyebiliriz ki ben bir şeyleri ya da karşı tarafı yok etme hırsıyla hareket etmiyorum, daha iyisini yapmaya çalışıyorum ve bu doğrultudaki kazanımlarım doğal bir kazanım. Sormak lazım, ama neden? Tabi ki bizler sürekli başarma azmi içerisinde eğitilip yetiştirildiğimiz için ve başarılarımız karşılığında madalyalar, ödüller verilip pohpohlandığımız için bu durumun gerçekten ne olduğunu bile bilmiyoruz. İçerisinde bulunduğumuz firmalardan pay alıyoruz, süslü püslü odalarda birçok şeyden oldukça izole, sadece ve sadece kendi işimize odaklı olacak şekilde yaşayıp gidiyoruz. Aslında içerisinde yer aldığımız tüm firmalar dünya kaynaklarını işleyen, bu kaynaklar üzerinde doğrudan ya da dolaylı olarak hak iddia eden oluşumlardır. Ayrıca, firmalar içerisinde daha uyumlu ekipler kurmak ekip olarak daha hızlı hareket etmeye olanak verir ve bu yüzden az biraz empati kurabilen ekip arkadaşı olmak önemlidir. Ama nihayetinde içerisinde yer aldığımız firmadan, başarılı ekip olarak elde ettiğimiz payların, kazanımların esas kaynağı nereden gelmektedir?

Örneğimizi biraz daha detaylandırırsak, şirinler köyündeki mühendis şirinin çok güzel bir telefon yaptığını düşünelim, o zamanlar fazla güçlü olmadığından, kıt zaman ve kıt kaynaklara rağmen, aklı ve kimi becerileriyle güzel bir telefon yapabildiğini hayal edelim. Mühendis şirinin buradaki motivasyonu sadece güzel bir telefon üretmek mi yoksa işin içinde başka amaçlar mı var, anlamaya çalışalım. Mühendis şirin bu telefonu diğer şirinlere tanıttığında diğer şirinler de bu güzel icat karşısında çok etkileneceklerdir ve hatta “keşke benim de olsa” gibi iç geçireceklerdir, bu çok doğal bir durum. Mühendis şirin soracak, böyle bir telefon isteyen var mı? Oldukça fazla sayıda şirin bu telefondan isteyecektir. Mühendis şirin de bu telefon karşılığında ya emeklerini ya da değerli kimi eşyalarını isteyecektir. Bir kısım belki bu durum karşısında telefonu istemekten vaz geçecek ama bir kısım, hep içlerinde var olan o duyguya boyun eğip şartları kabul edecekler. Mühendis şirin, hizmetinde çalışanlara kendi villasını ve daha birçok şeyi yaptırır hale gelebilecek ve köyü adım adım kendi villasının çitlerine katmaya başlayabilecektir. Bu şartları kabul edenlerin çoğu kiracı ve hizmetliler haline gelecekler ve mühendis şirinin arzuları doğrultusunda hayatlarını tüketen varlıklara dönüşecekler. Şu da var ki, mühendis şirinle iş birliği yapan şirinler de köyden mühendis şirinin sahipliğine geçen kısımlar karşılığında, mühendis şirinle olan anlaşmalarına bağlı kalarak paylarını üç aşağı beş yukarı artırabileceklerdir. İçlerinde bazıları kimi zeka pırıltısıyla mühendis şirinin gözüne girecek ve mühendis şirin ona daha iyi şartlarda yaşama ve çalışma fırsatı sunacaktır. Tabi bazıları, bu alışveriş birlikteliğinin de koruyucusu olması gerekir, arada sırada gereksiz ve özellikle mühendis şirin açısından ve ondan daha çok pay alanlar açısından haksız isyanlara karşılık olarak. Köyün geri kalanının da parsel parsel ele geçirilmesinde de caydırıcılık unsuru olacaktır bu koruyucu kollayıcı işinde çalışarak mühendis şirinin ve onunla iş birliği yapanların güvencesi olarak. Aslında hepimizin yaptığı da biz doğmadan çok çok önce kimi savaş ve çatışmalarla parsellenmiş dünyada, bu dünyadan en iyi payı, parseli alabileceğimiz firmalara girmek, onlarla ortak olmak oluyor. Evet, her şey bu kadar açık ve anlaşılır değil bizler için. Masa başı işlerde çalışırken dünya kaynaklarının nasıl pay edildiğini, kimlerin zevklerine göre parsellendiğini hiç ama hiç göremiyoruz, bundan çok uzak yaşamlar sürüyoruz. Mühendis şirinin daha büyük bir ev hayal etmesi, istemesi çok kötü bir şey değil ama bunu ne pahasına ve nasıl elde ettiği çok önemli, tabi ki buna en çok önem veren şey ise, aslında vicdandır. Evler büyüdükçe, bakımları ve evin tüm ihtiyaçları da büyür. Kimi araçlar da öyle. Öylesine büyük bir eve tek bir kişi bakamaz, hizmetliler lazım ama bu hizmetlilerin bu düzen içerisinde hizmetli olmayı kabul edebilecek süreçlerden geçmeleri lazım, örneğin iyi olan kazansın sürecinden. Ve tabi sürekli bir umut ve hayal dünyası da buna eşlik etmeli ya da gruplar arası hiç bitmeyen çatışmalar var olmalı. Aslında birçok roman ve o romanlardan hayat bulan birçok film, dizi hatta bilgisayar oyunları insanlığı birçok yönüyle çok güzel resmetmiş durumda. Açlık oyunları, Dövüş Kulübü, Squid Game, Yüzüklerin Efendisi, Fallout… Sonuç olarak, varsa vicdanımız, bu gerçekler karşısında başarılı olmak artık o kadar keyif vermeyebilir, şu anki insanlık düzeni içerisinde. Ya da ben dişimle tırnağımla yaptım, o da yapsaydı ya da yapabilseydi rahatlığıyla şirinler köyünü parsel parsel YASAL işgale devam edebiliriz. Açlık oyunlarında da o ölüm dolu arenaya bir gireyim de oyunda hayatta kalabilirsem o büyük görkemli şehirde yaşayayım hayaliyle yaşayanlarımız olduğu gibi ya da Matrix’te, sanal manal, refah içerisinde yaşayayım da diğer hiçbir şey umurumda değil gibi de yaşayabiliriz. Aslında demek istediğim, birçok insana yetecek birçok kaynak hala var ya da kaynak oluşturma imkanı var, ama bizler tek başımıza bile temizliğini yapamayacağımız ya da çok zamanımızı alacak çok büyük evler, arabalar şunlar bunlar hayal edip birbirimizle savaşıyoruz ve bunu vicdanımıza yedirebiliyoruz, zaten en başta böyle eğitiliyoruz, yani et yemekten bir farkı yok. Kaynaklarımızın çoğunu diğer insanlar, hayvanlar, yaşamlar pahasına kullanıyoruz. Bir telefon uğruna basit ama görece daha özgür bir hayattan vaz geçip kiracı ve hizmetli olarak yaşamayı tercih edenler ne kadar suçlanabilir? Zorunluluklar nedeniyle de örneğin kuraklıktan kaçmak gibi, bu acizlikleri fırsat bilenlerin sürekli sağa sola ağ kurması gibi ve bu ağı gördüğü halde ölümü görüp sıtmaya razı olmak gibi. Tabi bu tercihi yapmadan önce bu tercihin ne demek olduğu öğretilseydi, bu farkındalık kazandırılsaydı farklı olur muydu? Birçok şirin, bu tercihi yaptığı için bu tercihten yana olmayanların köyden atılacağı düzenlerin oluşması hep kaçınılmaz olmuştur, insanlık tarihi boyunca.

İnsan organizasyonunda da insanların bazı durumlara rıza gösterebilmelerini sağlayacak algı oyunlarına da ihtiyacımız var, günümüzde açlık oyunlarından çok daha insani haliyle. Örneğin, az önceki basit ve sade şirinler köyündeki birçok şirinin görece yediği önünde yemediği arkasında olacak şekilde yaşaması mümkünken kimi hırs, merak, acizlik ve aç gözlülük nedeniyle gönüllü ya da türlü nedenlerle rızası alınmış emekçilere dönüşmeleri için sürekli acımasız bir rekabet sarmalında yaşayıp duruyoruz. Sıcak aile ortamında büyüyenler için, genelde aileler çocuklarına kol kanat gererek çocuklarını büyütüyorlar bu acımasız dünyaya karşı sanal bir akvaryum gibi. Ama iş hayatı denilen o acımasız ortama atılınca insan hakikaten afallayabiliyor. İşte, iş hayatına geçmeden önceki eğitim sürecinde de başarı ve başarısızlıklar ölçümleniyor. Birçok yetenek, özellikle günümüzde zeka, dahilik, çok önemli başarıların ve diğer insanlara göre kolay elde edilen başarıların çok önemli bir kozu oluyor. Polemik yaratmaya da gerek yok, birçok insan sınırlarını zorluyor ama zeka katsayısıyla, diğer insanlar 1 birim bilgiye ulaşırken, 10, 100, bin bilgiye erişilebiliyor, bilgi üretebiliyor. Bu sayede sürekli olarak ilk 3te olabilmek birçoklarına göre çok daha kolay. Şimdi şöyle düşünelim. Herkes aynı zekada olsa, herkes benzer hırsta, azimde olsa sınavların anlamı kalır mıydı? Küsuratla ilk 3e girmek çok daha fazla şansa dayanırdı ama böyle bir zekaya sahip olmak zaten şans ya da daha doğru bir deyimle avantaj değil mi ? Ama işte herkes benzer zekada, hırsta, azimde olduğu zaman sınav bile aslında ayırt ediciliğini yitiriyor, anlamsızlaşıyor. Bu ne demek? Başarılı olabilmek, öne geçebilmek için kaybedenlerin olması zorunludur demek. Birçok atıl işin yüklenilebileceği, daha birçok şeyin bile farkında olmayan kaybedenler olmalı ki kazanmanın anlamı ortaya çıksın. O büyük evlere arabalara sayısız mala mülke bakım yapacak, vidasını sıkacak ve tüm hayatını böyle geçirecek ama birçok eğitim, sağlık gibi önemli hizmetlerden de en az derece yararlanacak ve tüm bunlara rıza gösteren ya da rıza göstermek zorunda kalan kaybedenlere ihtiyaç var. Dediğim gibi, kaybedenler olmasa sistemimiz çalışmıyor. Tabi, bu durum değişmek üzere.

Görece çok fazla zenginliklerin, lüksün ve şatafatın sürdürülebilmesinde hatta üretilebilmesinde en önemli hammadde aslında gönüllü ya da gönüllü olmak zorunda kalmış hizmetli ve emekçilerdir. Tabi, bu durum, akıllı makineler çağında çok hızlı bir şekilde değişmekte. İleride mühendis şirin, birçok hizmetli ve emekçiye ihtiyaç bile duymayacak. O kadar insanla uğraşmak zor, onlara umut vermek zor, onları gütmek zor. Sürekli Açlık Oyunları tertip etmek de çok zahmetli. Aslında insandan bu kadar sıkılan mühendis şirini her şeyin bolluk içerisinde olduğu bir gezegene tek başına göndermek gerekiyor. Aslında şunun da farkına varıyoruz ki, sürekli bir insansızlaştırma amacı taşıyor birçok anlayışımız, tarih boyunca. Hızlanmanın önündeki en büyük engel ama aynı zamanda, akıllı makinelerin şahlanışına kadar da en yarayışlı bir varlık diğer insanlar, kaçınılmaz bir çelişki sanırım, şimdilik. Bu insansızlaştırmanın artık daha çok tadını çıkartabilirler en çalışkan, en zeki ve en varlıklı olanlarımız. Sonuçta tırnaklarıyla kazıyıp geldikleri yerde artık pek fazla insana da ihtiyaçları kalmayacak. Bu ve benzeri farkındalıklar arttıkça ileride çoğumuz belki köyümüzden atılmayabiliriz ya da bilemedim, belki ilerde, kendi ellerimizle büyütüp geliştirdiğimiz makineler, tıpkı filmlerdeki gibi, en büyük pürüzü ortadan kaldırabilirler. Rekabet içerisindeki doğada, böylesine kavrayışa sahip bir varlık olan insan daha çok rekabet etmeyi, tüm acımasızlığıyla tercih ettiği için bu kaçınılmaz bir son da olabilir. Tüm amacı daha akıllı otomasyonlar haline gelmiş bizler için herhalde en hakkaniyetli bir son bu olsa gerek. Burada mühendis şirine biraz haksızlık ettiğimi de düşünüyorum, sonuçta bazen, acımasızlıkla yaptıklarını yapmamış olsa, bir başkasının yapma ihtimali çok yüksek ve bu farkındalıkla acımasız olmayı tercih etmiş de olabilir. İşçi kooperatiflerinin işçileri satması gibi, ben satmazsam başkası satabilir, o zaman ilk satışı yapmak daha karlıdır her zaman. İşin esprisi bir yana, insanlığın bu kadar acımasız olmasının nedeni aramızda gerçekten vicdansız şekilde hareket eden ve ne insana, ne canlılara sevgi duyan insanların olması ve diğer insanlar arasındaki güven duygusunu, merhameti, vicdanı yıkıma uğratmaları yatmaktadır. O yüzden bu rekabet ve yarışta birinci, ikinci, üçüncü olunca, diğer insanların, canlıların hayatları, refahları pahasına birçok kaynağı kendimize akıtmakta pek bir rahatsızlık duymuyoruz. Diğer insanlar da zaten bu oyunda benzer mantıkla hareket ettiklerinden, öyle yetiştirildiklerinden ve benzer umutları, amaçları taşıdıklarından onlar için de bu durum çok normal geliyor. Aslında, birçok durumda çok dolaylı ve kısıtlı mekan ve ilişkiler içerisinde yaşadığımızdan, neyin parçası olduğumuzu anlamadan yaşayıp gidiyoruz.

Halbuki, şirinler köyünde, basit ama huzurlu bir yaşantı içerisinde, kimi istek ve ihtiyaçlar doğrultusunda mühendislik yeteneğini paylaşan mühendis şirin de oldukça mutluydu. Tabi ki köyün kanalizasyonundaki tıkanıklığa kadar her türlü durumda durmadan makine gibi görev alacak hali de yok, muhtemelen çok kritik olmayan durumları birçok şirin işleri öğrenerek ve paylaşarak halledebiliyordur da. Mühendis şirin de teknik bilgi ve becerisini, belli ölçüde anlayabilen şirinlerle paylaşmaktan da çekinmiyordu, çünkü zaten birbirlerinden kimi acizlikleri, ihtiyaçları ya da sanal ihtiyaçları üzerinden fırsatçılık yapmadıkları için tüm şirinler elde ettikleri tüm bilgileri, sahip oldukları yetenekleri birbirleriyle sınırsızca paylaşıyorlardı. Ne kadar da paylaşımcı bir ekibe benziyor değil mi? Ama dünya toprağı üzerinde tam da o toprak parçasında köy kurduklarından, kendi aralarında sınırsız bir paylaşım içerisinde olsalar da o toprak parçasında yer edindiklerinden diğer canlılar haliyle orada yaşayamıyorlar. Sadece ihtiyaç için bile olsa civardaki meyve ve sebzeleri topluyorlar, doğal olarak diğer canlılar da başka yerlerden yiyecek aramak zorunda kalıyor. Aslına bakarsanız, dünyaya geldiğimiz anda hemen bir yer kaplamaya, diğerlerini o yerden uzaklaştırmaya başlıyoruz ve civardaki kaynaklara el uzatarak diğer canlıların el uzatmasını da doğal olarak engellemiş oluyoruz. Tabi ki bu savaşımı daha barışçıl hale getirmenin yollarını da arayabiliyoruz, vicdanlıysak, tükettiğimiz kadar başka kaynakları da diğer canlılar için üretmeye çalışarak, olabildiğince tabi ki. Ama işte, çok fazla tüketme isteğimiz bu savaşımı herkes ve birçok canlı için daha da yıkıcı hale getiriyor. Aşırı lüks, şatafat, maalesef bu doğal ve kaçınılmaz savaşımı en çok körükleyen aç gözlülüğümüzdür, sınırsız vicdansızlığımızdır. İnsanlık kadar da bu savaşımı gezegen büyüklüğünde boyutlandıran başka da bir canlı olmadı, bildiğimiz kadarıyla. Tüm bu farkındalığımıza rağmen bu yıkımdan yanaysak, dolaylı ya da doğrudan, nihayetinde insansızlaştırma da bir o kadar gerçek olacaktır. Açık kaynak paylaşımların da gerçek amacı bu acımasız rekabette öne çıkabilmektir. Firmalar bile, bünyelerine kattıkları zeki beyinlerin haricinde de tüm dünyada ulaşamadıkları kimi beyinlere bu şekilde ulaşabilmektedir ya da firmaların hegemonyasından sıyrılmak isteyenler topluluk olarak hareket etmekteler ama herkesin amacı dünya barışı, kardeşlik vb değil. Zaten ortaya konan birçok akıl dolu ürün, açık kaynaklı olsun firma patentli kapalı kutu olsun, insansızlaştırmayı hızlandıran ürünlerdir. Tabi, çoğumuz bu sürecin farkında bile olmadan ne kadar akıl dolu işler yaptığımızla, şu hayatta akıl dolu işlere imza atmamızla gururlanıyoruz.

Günümüz dünyasında acımasız mühendis şirinin ortaya koyduğu şartlarda yaşıyor gibiyiz. Her şeyin güçlüler tarafından, sözüm ona piyasa tarafından, belirlenmiş etiketleriyle çoğunluğumuz temel ihtiyaçlarını gidermeye çalışırken, bir kısmımız Mars’a roket yolluyor. Bahsi geçen etiketleri de rekabet şartları belirler derken bu rekabette rekabet edenler zaten güçlülerdir, çoğu insanın bu güçlülerin hizmetinde çalışan olarak etiket belirleme hakkı da yok gibidir. Bazen hizmet alanında çalışan bu kişiler örgütlenip güçlendiklerinde de güçlü olanlar, her ne kadar birbirleriyle rekabet de etseler devlet yönetimi gibi daha güçlü konularda söz sahibi olabildiklerinden, birlikte hareket ederek bu örgütlenmeleri dağıtabiliyorlar, ya da bahsedildiği gibi bu birlikleri dağıtmanın, kandırmanın çok başka yöntemleri de var. Bu kadar lüksün, şatafatın göz önünde olduğu dünyamızda, güç yüzüğü etkisi gibi, her kesimden insanı etkilemek oldukça olanaklı. Düşünelim, bu acımasız etiketlendirme olmadan, bu acımasızlık olmadan mühendis şirinin acımasız olmadığı şirinler köyümüzde paylaşım nasıl olabilirdi? Totaliter bir yönetimin belirleyeceği ve herkese aynı ölçüde uygulanacak ihtiyaçlar çizelgesi gibi çizelgeler mi uygulanırdı? Mesela bir şirin 3 tane şirin çileği yemek isterken diğer şirin 5 şirin çileği yemek isterse ne olacaktı? Peki ya başka bir şirin bu çilekleri biriktirmek isterse? Hangi şirin ne kadar çilek alabilir, yiyebilir meselesindeki hak tanımı neye göre yapılabilecekti? Totaliter bir sistem olmadan ve acımasız rekabet ve etiket uygulaması olmadan ihtiyaç ve zevk paylaşımı nasıl yapılabilir? Aslına bakarsanız, sıcak bir aile ortamı hayal edelim. Bu aile ortamında ben iki tane yedim sen 5 tane yedin gibi tartışmalar illaki olur ama her zaman olmaz ve ayrıca kimse de karşısındaki aile bireyini ortadan kaldırmayı ya da evden atmayı düşünmez, umarım. Yani, aile içerisinde etiketleme uygulamıyoruz. Tabi ki bir ailede aile büyükleri en çok söz sahibi olan kişilerdir. Ailenin o günkü kaynak durumuna göre aile büyükleri bunlardan bu kadar yiyebiliriz, şunu şu kadar kullanabiliriz gibi önerilerde bulunabiliyorlar ve bazen bu önerilerde katı tavır da takınabiliyorlar. Tabi bu şartlarda kimlerin çocuk rolünde kimlerin aile büyüğü rolünde olacağı da tartışmalı bir konu haline geliyor. Veya çocuklar büyüyüp aile kurduklarında kendi anne ve babalarının halen var olan ailesine, aynı kaynaklar karşısında rakip haline mi geliyorlar? Toprak ve miras kavgaları gibi durumlar aklımıza geliyor. Aile büyüklerinin kendi önerilerine uymamaları da aile kurumunun zayıflamasına, çocukların büyüklere karşı olan güvenlerinin kırılmasına da neden olabiliyor. Tabi kimse mükemmel değil, çocuklara karşı da büyükler tarafından özür dilenebilir, bu durum güzelce oturulup konuşulabilir. Aile bireylerinden birisi çok fazla bakıma ihtiyaç duyabilir ve bu durumda diğer aile bireyleri kendi zevklerinden ve hatta ihtiyaçlarından da feragat edebilirler. Yani marsa roket gönderme hayali ve amacındaki kişi, aileye en çok katkıyı ben sunuyorum, en çok benim dediğim olmalı ve bakıma ihtiyacı olan kardeşim de zamanında önlemini alsaydı gibi tutumlara girebilir. Tabi sıcak aile ortamında bir etiketleme, doğrudan ölçümleme uygulanmadığından en çok katkıyı sunduğunu iddia eden kardeş ne kadar gerçekçiydi? Gerçekçi bile olsa vicdan, merhamet tanımı karşısında nasıl bir değere sahip olurdu? Bakıma muhtaç kardeş ile aileye en çok katkıyı sunduğu öne sürülen kardeşi karşılaştırmak yerine, tamamen tembelliği tercih eden başka bir kardeşi karşılaştırırsak? Hiçbir katkı vermeden, sadece tüketen ve çöpünü bile atmayan bir kardeşle karşılaştırırsak nasıl bir çıkarım elde ederiz? Yani çıplak doğada bile böyle bir canlı susuzluktan ölürdü. Demek istediğim, insanların büyük bir kısmı zaten böyle değiller ama buna rağmen çoğunluğu aynı ülkede olmasına rağmen sefaletin içindeyken çok az bir kesim şatafat içerisinde olabiliyor. Ayrıca vicdan ve merhametin derecesi ölçülebilir miydi? Ölçmek istesek bu vicdana ve merhamete sığar mıydı? Ama marsa roket göndermek için ailenin birçok kaynağının o amaç için kullanılması gerekiyor. Sonuç olarak hak istenmez, hak alınır ifadesindeki gibi bir yaklaşımla, acımasızlığımızı profesyonelleştirdiğimiz insanlık içerisinde, hak ettiğimizi düşündüğümüz değeri (maliyetinin onlarca katı da olabilir) ve bu değer karşısındaki olası kazanımlarımızı, merhamet ve vicdandan bağımsız olarak etiketliyoruz aslında. Ve hiçbir şekilde kimsenin gözünün yaşına bakmadan. Böyle olunca, oyunun kuralları, yani insanlığımızın sosyoekonomik işleyişi bu şekilde çalıştığı için, herhangi bir mekanik değer karşısında, ki aslında bu popülerleşmiş, yapay değerler oluyor, katkısı az olan ya da bu yapaylıktan uzak, temel ihtiyaçların dağıtımı ve paylaşımı konusunda duyarlı olan, daha çok vicdanı ve merhametiyle hareket eden insanlar birer birer sistem dışı kalıyorlar.

Maliyet ve değer konusunda da şöyle bir örnekten yola çıkabiliriz. İki tane birebir aynı resim tuvali ve aynı miktarda aynı renklerden ikişer adet boya olduğunu düşünelim. Yani iki ressamın aynı şartlarda resim yapacağını farz edelim. Bir ressam öyle bir resim yapıyor ki her şey çok gerçekçi ama diğer ressam ancak cin ali resmedebilmiş. Tüm boyaların ve diğer malzemelerin hepsini kullanmış olsun iki ressam da. Yani, iki resmin de maliyeti aynı ama ürün olarak değerleri farklı olacaktır. Ama kime göre neye göre? Büyük olasılıkla diğer insanlar açısından. Yani güzel olarak kabul gören resmi daha çok insan almak isteyebileceğinden açık artırmada en çok parayı verebilen kişi o resme sahip olabilecektir. İşte buradaki bu pazarlık sonucu el değiştiren değerler ne pahasına elde edilmiş değerlerdi? Maliyetinin çok üzerindeki bu değeri verebilenler de maliyetinin çok üzerinde kimi değeri üretmiş (aslında bu değeri veren diğer insanlar, böyle bir değer dünyada yok), birçok kaynağı, acımasız mühendis şirin gibi kendisine akıtmış kişilerdir. Öyle ki, bu nitelikli üretimlerle ve biçilen değerlerle dünya kaynağını kullanım hakkını da elde etmiş oluyorlar. Tabi, bu ürünler insanlar arası rekabette doğrudan kullanılan ürünlerse, bir işi daha çok hızlandırabiliyorsa, benzer alanda üretim yapan diğer insanların önüne geçirebiliyorsa çok çok daha fazla değere kavuşabilmekte. Bu sayede daha çok kaynağa ve güce sahip olunabilmektedir. Yani, ihtiyaçların çok ötesine taşınmış bu rekabet ve değer biçme şekli birçok insanın temel ihtiyaçlarının karşılanmasını da tehdit eder niteliktedir. Bu arada yine irdelemek gerekiyor ki, temel ihtiyaçlar nelerdir ve nasıl ortaya konmuştur? Yine göreceğiz ki türlü mücadelelerle temel ihtiyaç kavramı ortaya çıkmıştır. Neden türlü mücadelelerle? Çünkü, bu acımasız doğanın genel olarak acımasız varlığı olan insanlık da birbirine karşı oldukça acımasızdır. Hak olarak bildiğimiz her edinim aslında çok büyük mücadelelerle elde edilmiş edinimlerdir, zamanın güçlülerine karşı.

Yine sorgulamak gerekirse, meyve bir temel ihtiyaç mıdır? Araba, villa, konak, kulübe ihtiyaç mıdır? Aslında yeme, içme ve özellikle sağlık konularını kapsayan birçok durum temel ihtiyaç olarak görülebilir ve lüks olarak görülmemesi gerekir. Zaten temel ihtiyaçlar belirlenmezse nelere lüks denilebilir ki? Bu belirlemeler yapılmazsa o zaman ya her şey temel ihtiyaçtır ya da her şey lükstür. Günümüz şartlarında özellikle yeme ve içmeye dayanan her şey çok kolaylıkla olabildiğince herkes tarafından edinilebilir hale getirilebilir. Aramızdan bazıları daha çok çalışkan olsun, daha tembel olsun, IQ seviyesi 160 olsun, 80 olsun fark etmeden herkese yetecek birçok yiyecek ve içecek üretmek mümkün. İnsanlığı bu şekilde harekete geçirebilecek şey ise vicdan ve merhamettir. Şirinler köyündeki mühendis şirinin acımasız bir şirine dönüşüp dönüşmemesini sağlayacak en güçlü etken vicdan ve merhamet duygularımızdır. Aslında en değerli görülmesi gereken üretim insanların ve hatta diğer canlıların refahını sağlayacak bol temel ihtiyaç üretimleri olması gerekir. Telefon olmadan, araba olmadan, uçaklar olmadan bizler hayatta kalabiliriz, ama yemeden içmeden hayatta kalamıyoruz. Ama maalesef, demek ki, birbirimize o kadar düşmanız ki, birbirimiz dışındaki her şey karşımızdaki insanlardan daha değerli, daha kutsal. Öyle ki, yenilebilir altın tozunu bile üretmiş haldeyiz. Maalesef, bu vicdansız ve merhametsiz insanlık kurumunda birçok insan en basit yiyecek ve içecek ediniminden bile yoksun kalabiliyorlar ve tüm suçu bu çaresiz insanlara atma kolaylığını, yani vicdansızlığımızın katmerlenmesini tercih eder haldeyiz. Çoğunluk olarak da bizi esas olarak hayatta tutan bu üretim ve ürün odağında kalmaktansa telefon, araba ve kimi çılgın ama hayati olmayan yapay değerleri kutsallaştırıp hayati değerlerimizi sıfırlıyoruz. Buğday üretmeyip çok güzel resim yapan ressamın, çok güzel telefon yapan mühendisin sanırım daha çok işine geliyor bu anlayışlar. Özellikle bu hayati olmayan ama birçok hayati değerin, kaynağın hiç edilip herkesin türlü rekabet anlayışıyla hayati değerlerinden vaz geçerek bu yapaylıkta birçok hayati kaynağın bu yapaylığa aktarılmasını sağlıyoruz ve sonunda, çoğumuz bu yapaylığı üretenlerin hizmetinde ve birçok hayati değerden uzak kalarak çalışmaya mahkum oluyoruz. Ve herkes o yapay değerleri elde edebilmek için birbirlerini yok edercesine rekabet etmeye çabalıyor.

Peki, bu mutlu mesut şirinlerin medeniyetleri nasıl ilerleyecekti? Çünkü kaynakları birbirleriyle paylaşarak, birbirlerinden çok farklı yaşamlar kurmadan yaşayan bu anlayış üzerinde bir medeniyet nasıl ilerler ya da değişime uğrar? Muhtemelen birçok insanın hayatı pahasına çok hızlı atılım ve ilerlemelerle devam eden acımasız bir insanlıktan çok daha farklı olacaktır. En başta insansızlaştırma gibi acımasız bir duruma düşmeyeceklerdir. Milyarlarca yıldır, ağır ağır, çevre şartları değiştikçe değişen, çevreye uyum sağlayan bir doğal yaşam gibi ağır ve emin adımlarla, savaşımı en düşük tempoda tutacak şekilde var olacaklardır. Bir narsistin kendine bakarak kendi kendine hayran kalması gibi, ürettiği kimi akıl dolu ürüne narsistik bir hayranlıkla değil, ben olmasam bir başkası belki biraz farklısını yapardı, yine iş görürdü, önemli olan işe yarayan ve kaynakları hunharca tüketmeyen, insanları mutlu kılan üretkenliği benimsemiş bir bakış açısıyla ilerlerlerdi. Maalesef insanlık, bu düşük tempolu, vicdanın, paylaşımın daha çok yer edinebileceği var oluştan çok uzakta ve kendi var oluşunu tehlikeye atar şekilde son sürat koşturmakta. Öyle ki, aşırı hızlanan rekabette makinelere karşı hızlanmak zorunda kalabiliriz, yani beyine takılan çip teknolojisinin esas amacı belki de bu ve benzeri amaçları gütmektedir. Bu rekabet nedeniyle CyberPunk gibi bir gelecek bizi bekliyor olabilir. Black Mirror tasvirleri gibi oldukça çeşitli distopik gelecekler zaten çoktandır öngörülmüş durumda ve distopik gelecekler maalesef barışçıl insanlık ve dünya hayallerinden daha olası geleceklerdir. Aslında şu anda bile bir distopyada yaşamıyor muyuz? Milyonlarca, milyarlarca insanın köşeye sıkıştırılıp kiracı durumunda güçlülere hizmet eder durumda yaşaması kulağa çok ütopik gelmiyor.

Bu yazının amacı insanlığı suçlamak değildir, zaten kimi farkındalıkları, doğrusuyla, yanlışlarıyla, edinmek bile yılları alıyor, o da şanslıysak ve dünya sömürüsünde bu durumları irdeleyecek kadar düşünme fırsatı bulabileceğimiz zaman ve şartları edinebilmişsek. Bazen çok başarılı olmak da bu açıdan iyi olmayabilir. Çünkü çok daha hızlı bir rekabet ortamına girerek kişi hayatını bu yarışlarda, birçok olgunun, kavramın farkına varmadan da geçirebilir. Ayrıca, bu amatörce edinilen farkındalıkların çok daha kapsamlı halini, teori olarak ortaya atmış, akademik açıdan birçok şekilde boyutlandırmış insanlar bu anlayışların genele yayılması ve sorgulanması için de çok uğraş vermiyorlar. Doğuyoruz, okul hayatı başlıyor, iş hayatına atılıyoruz… Nasıl bir insanlıkta yer alıyoruz, nasıl bir oyunun içerisindeyiz, başarılarımızın kendimiz dışında tam olarak kime neye nasıl bir etkisi oluyor… bu ve benzeri sorgulamaların çok ötesinde çok kapsamlı şekilde teori haline getirilmiş çalışmalar insanlığı nasıl tanımlıyor? Muhtemelen aç gözlü gibi, merhametsiz gibi, vicdansız gibi tanımlamıyorlar. Aslında antikapitalist kimi anlayışlar da bu anlayışlardan uzaklar. Matematiğin içerisine vicdanı, merhameti, empatiyi dahil edemediğimizden yine mekanik kurgularla daha adil, idealist sistemler hayal ediyoruz. Yukarıda bahsedildiği gibi, zaten doğanın kendisinde adil olmak gibi bir kurgu yok. Her yer ölüm kalım meydanı. Zekadan güzelliğe kadar birçok şey zaten eşit değil ve elimizde olan bir durum da değil. Mükemmel adalet ancak her şeyin herkesin birbirinin aynısı olması, aynı imkanlara sahip olmasıyla olurdu ve görüldüğü üzere böyle adil bir düzende çeşitlilik de var olamıyor. Amaç zaten mükemmel adil bir düzeni mekanik gerekçelerle kurgulamak olmamalı, öyle olunca totaliter yapılar kaçınılmaz oluyor, en başa dönülüyor. Bir kurgu olacaksa, şirinler fantezisindeki gibi paylaşımın, merhametin, vicdanın yüceltilmesi amaç olmalı. Ama okullarda dahi insanlara nasıl daha iyi mühendis, doktor vb olunacağı tembihleniyor, yani aslında kimsenin umurunda değil vicdan, merhamet, sevgi, paylaşım. Yeri gelmişken az da olsa değinmek isterim ki, maalesef dini düşüncelerde de insan olmanın doğası şeytanlaştırıldığı için, özellikle kadın erkek ilişkileri neredeyse ahlakın temeli olarak görüldüğünden çok gerçekçi ve insanı huzura erdirecek çözümlerden uzaklardır, öyle ki, bu dünyayı cehenneme çevirip öteki tarafta cennete gitmeyi arzular şekilde bir fanatizmle hareket edilmektedir. Zaten dünya şartlarına da işin ehli sayılan dini önderlerin fetvaları aracılığıyla yollarını bulmaya çalışıyorlar ama temel aldıkları birçok yargı, şu zamana kadar bilimsel olarak ortaya konmuş olgulardan uzaktırlar ve çıkarımları insanlığı daha da merhametsizliğe itebilmektedir. Oyun teorilerine dönecek olursam, bu teorilerde insanlar ne kadar stratejik, ne kadar zeki, ne kadar kazanan ya da kaybeden olarak tanımlanıyorlar ve amaç oyunda kalmak ve daha çok kazanmak üzerine kurulu.

Şirinler köyü gibi fanteziler oldukça eksiktir ama bence bir şeyleri irdelemek için çok güçlü yönleri olan fantezilerdir. Vicdanı, merhameti, arkadaşlığı anlatan güzellemelerdir ama bir firmanın bir köşesinde herhangi bir işte çalışırken insanlığın ne kadar vicdansızca, merhametsizce hareket edebildiğini algılayamıyoruz (yani çok olumsuz olaylar yaşamış olsak da insanlığın geneline göre devede kulak kalır yaşadıklarımız), çünkü zaten algılamalarımız da oldukça kısıtlı, basit illüzyonlarla bile kandırılabiliyoruz. O yüzden birilerini ya da tüm insanlığı suçlamak ayrıca çok yanlış ve çok basit olurdu. Birçok şeye aslında iyiliğin ve kötülüğün ötesinde bakabilmeyi anlatan düşünürler gibi kendimizi, insanlığı hatta doğayı olabildiğince anlayabilmemiz nefrete ve öfkeye kapılmamızı engellediği gibi en başta kendimize karşı daha dürüst olmamızı ve fanatik düşüncelerden uzak kalmamızı sağlıyor. Bu tarafsızlık içerisinde de kendimize ve insanlığa daha net bakış atabiliyoruz.

Eklemem gerekirse, ahlakı, vicdanı gözlemleyen kimi deneyler, hikayeler, sorgulamalar ve yaşanmışlıklar da var. Örneğin 1 kişi için 10 kişi feda edilir mi ya da tam tersi için. Düşmandan kaçarken ağlayan bir bebeğe nasıl davranılır gibi. Vicdanlıyız derken bile aslında bazen merhametsiz şekilde davranabiliyoruz, hele ki hayatta kalma açısından çok kısıtlı bir zamanımız varsa, genelde de içgüdüsel olarak hayatta kalmaya çalışıyoruz. Ama bizleri bu durumlarda bırakan en büyük neden insanlığın çoğunluk olarak fanatik, vicdansız ve merhametsiz olması oluyor. Aslında, sanırım, ilkel çağlarda merhametsiz vahşi doğaya karşı birlikte savaşırken, vahşi doğaya egemen oldukça en büyük tehdit diğer insanlar haline geldi özellikle günümüzde bizleri en çok etkileyen unsur diğer insanlardır. Bu nedenle insanlık genel olarak vicdanlı, merhametli olsa çelişkili durumlarla, daha doğrusu vicdanımızı yaralayan durumlarla daha az karşı karşıya kalacağız. Ayrıca, son bir örnek olarak, bir “vegan” olmasam bile, özellikle gözü kulağı olan, acıyı, korkuyu hisseden canlılara karşı, en az insanlara karşı hissettiği empatiyi duyan insanların hassasiyetini de belli ölçüde anladığımı belirtmek isterim ve hatta et yiyen bizlere karşı hissettikleri belli ölçüdeki öfkeyi. Empatimizin bile, vicdanımızın bile, ne kadar vicdanlı olarak kendimizi hissetsek de, sınırları olabileceğini ve kimi illüzyonlarla vicdanımızın kısa devre gibi devre dışı bırakılabileceğini de göz ardı etmememiz gerekir. İnsanlık olarak birçok kültürel devrimler geçirdik ama güçlünün ezdiği ve güçsüzün ezildiği bu temel anlayış pek değişmedi. Hatta bu şartlarda güçsüzün güçsüz oluşu artık daha çok kendi kusuru olarak da doğallaştırılmış durumda. Ama görünen o ki, giderek otomasyonlaşan insanlık, yani insansızlaştırmanın giderek güçlendiği bu süreçte bu kısıtlı vicdan ve merhamete sahip oluşumuzun çoğumuz için, çocuklarımız için ne anlama geleceğini yaşayıp öğreneceğiz ama maalesef bu konuda çok umutlu değilim.

--

--

No responses yet